Ne kadar fazla sera gazı atmosferi doldurursa o kadar fazla ısı hapsedilmektedir. Bu gazların düzeyleri dünyanın fotosentez gibi doğal süreçler yoluyla başa çıkabileceğinden daha yüksek bir düzeye ulaşırsa, güvenli seviyeden daha fazla ısı tutarak iklim değişikliğine neden olurlar. Sera gazı etkisi, normalde gezegeni uygun sıcaklıkta tutan bir olgudur, ancak insan faaliyetleri atmosferdeki sera gazlarının miktarını arttırmaktadır, bu da sera gazı etkisini daha güçlü hale getirir, yeryüzünün sıcaklığını arttırır ve iklimler değişir.
Hayır! Bu teorik olarak mümkündür, örneğin, Güneş daha fazla radyasyon üretmeye başlarsa, bu durum kesinlikle dünyanın ısınmasına sebep olur. Ancak bilim insanları, gezegenin sıcaklığını etkilediği bilinen doğal faktörleri ayrıntılı olarak incelemiş ve bu faktörlerin yeterince değişmedikleri sonucuna varmıştır. Bilimsel tespit şudur; küresel ısınma, jeolojik zaman ölçeğinde son derece hızlı ilerlemekte olup, insan faaliyetlerinin neden olduğu sera gazı emisyonlarının dışında, bu hızlı ısınmayı açıklayacak başka bir faktör yoktur.
Gezegende mevcut yaşamın sürdürülebilmesi için sıcaklık artışının 1,5°C'yi geçmemesi gerektiği bilimsel olarak ispatlıdır. Bu sınırın aşılması durumunda, bugün başlamış olan iklim değişikliği etkileri durdurulamayacak, kuraklık, sıcak dalgaları, seller, tayfunlar ve fırtınalar, deniz suyu yükselmesi gibi doğa olayları artarak sıradan hale gelecektir. En önemli karbon yutak alanları olan mercan resifleri ve diğer hassas ortamlar yok olacaktır.
Güneş enerjisi yansımaları, dünyanın yörüngesi, atmosferik bileşenler, atmosferin albedo özellikleri, volkanik küller, bulut örtüsü faktörleri iklim değişikliğine sebep olmaktadır. Bu faktörler, birlikte veya tek başına sera gazlarını ve sera etkisini artırmaktadır. İklim değişikliği yeryüzünün sıcaklığındaki artıştan, yani kürenin ısınmasından kaynaklanır, bu da atmosfere doğal olarak oluşanlardan daha fazla sera gazı eklemekten gelir. Küresel ısınmanın nedeni, atmosferdeki sera gazlarının normal değerlerinden daha fazla olmasıdır. Atmosferde bulunan sera gazlarının derişimi değiştiği zaman, atmosferin bileşimi da değişmektedir. Bu değişme sonucunda iklim sistemini oluşturan atmosfer, hidrosfer ve litosferde bozulmalar başlamış ve iklimin değişme süreci başlamıştır.
İklim değişikliğinin birincil suçlusu fosil yakıtların yakılmasıdır ve bu atmosferde, dünyanın güvenli bir şekilde kaldırabileceğinden daha fazla ısı oluşmasına neden olur. Bu ekstra ısı, gezegende ve okyanuslarımızda ortalama sıcaklıkların yükselmesine neden olur ve bu da mevsimlerimizi ve tüm doğal süreçleri bozar. Sanayi Devriminden bu yana fosil yakıtların yaygın kullanımı ile kürenin ortalama ısısının 1°C yükselmesi ve ölçek olarak fazla gözükmeyebilir, ancak 0°C ve 1°C arasındaki fark göz önüne alındığında, bu fark buz ve su arasındaki fark demektir. Bu durum, dünyanın kıta buzullarının neden erimeye başladığını ve okyanus seviyelerinin neden hızla artışa geçtiğini açıklamaktadır. İnsanın gezegen üzerindeki en belirgin etkisi çevre kirliliği olarak kabul görmüşken, iklim sistemini etkileyebileceğini kabul etmek zaman almıştır. Bugün bilim, yaşanan küresel sıcaklık artışından büyük oranda insan faaliyetlerinin sorumlu olduğunu ispatlamıştır. Sanayi devriminden beri özellikle fosil yakıtların sınırsızca yakılması, ormansızlaşma, arazi kullanım değişikliği, atık yönetimi, tarımsal etkinlikler, hayvancılık, kimyasal üretim ve sanayi süreçleri gibi çok çeşitli insan etkinlikleriyle atmosfere salınan sera gazlarının atmosferdeki birikimlerindeki hızlı artışa ve çeşitli doğal nedenlere bağlı olarak atmosferin alt bölümlerinde ve yeryüzündeki sıcaklık artmış ve artmaya devam etmektedir.
İklim değişikliği ile mücadelenin başlangıçta çevre sorunlarının çözümü odaklı bilimsel ve teknik bir konu olduğu zannedilirken, artan bilgiler ve araştırmalarla birlikte etkilerinin çok daha kapsamlı olduğu görülmüştür. İklim değişikliği yalnızca sıcaklık ve yağış rejimlerini değil, ekonomik ve sosyal hayatı da etkilemektedir. İklim değişikliği bu yüzyılda küresel ekonomiyi yeniden şekillendirecek konuların ön sıralarında yer almaya başlamıştır. Dolayısıyla, iklim değişikliği, neden-sonuç bağları açısından bakıldığında tam anlamıyla özgün bir çevre sorunu da değildir, fen bilimlerinin konusu olduğu kadar aynı ağırlıkta sosyal ve ekonomi bilimlerinin de çalışma alanında yer almaktadır. Bu durum ilgili kesimlerin çok geniş bir perspektifte iklim değişikliği ile mücadelede yer alması ihtiyacını doğurmaktadır.
İklim değişikliği temelde dört bilimsel yolla ölçülmektedir. Antarktika’nın derinliklerinden alınan buz örnekleri 650.000 yıl öncesine ait hava baloncukları içermektedir. Bunlar geçmişteki sera gazı seviyeleri hakkında bilgi verir ve atmosferdeki CO2 ve metan derişimlerinin bugün olduklarından çok daha az olduklarını ortaya çıkarır. Ağaç halkaları yıllık gelişimin kayıtlarıdır. Bilim insanları çok yaşlı ağaçlardaki halkaları, iklimin zamanla nasıl değiştiğini anlamak için araştırır, örneğin hava soğuk ya da kuru olduğunda halkalar daha ince olmaktadır. ABD, Havai’deki Mauna Loa Gözlemevi 1958’den beri atmosferdeki CO2 seviyelerini ölçmektedir. Havanın bozulmamış olduğu bu uzak ortamdan alınan ölçümler küresel CO2 seviyelerinin en iyi göstergelerinden biri olarak kabul görmektedir. Kutup denizi buz örtüsünün belirli bir zaman dilimindeki değişimini göstermek için uydu görüntüleri kullanılmaktadır.
Atmosferin karbondioksit yoğunluğunun bilimsel sınırları bellidir. Aylık ölçümlerle ortalama bakımından güvenli sınır olarak, atmosferde karbondioksit yoğunluğunun 350 ppm (ppm=milyonda bir parçacık/parts per million) olması gerekmektedir. Sanayileşme Devrimi öncesi 280 ppm düzeyinde olan bu değer, ilk kez 1988 yılının başında aşılmıştı. Bu oran bugün 400 ppm’in üzerine çıkmıştır. Atmosferdeki karbondioksit oranının, güvenilir sınır değeri olan 350 ppm’i aşmış olması, yeryüzünde yaşamın sürekliliğini sağlayan hassas dengelerin bozulmakta olduğunun önemli bir bilimsel göstergesi olarak kabul görmüştür.
Çok büyük ölçüde! Bilim insanları, önümüzdeki 25-30 yıl içinde, insanlığın iklimin aşırı hava şartlarıyla önemli ölçüde karşı karşıya kalacağını belirtmektedir. Şayet emisyon artışları kontrol edilmezse, bilim insanları iklim etkilerinin mülteci dalgaları üretebileceğinden, dünya tarihindeki 6. kitlesel yok oluşu gerçekleştirerek bitki ve hayvanların soylarının tükenmesini hızlandırabileceğinden ve kutup buzlarının eriyerek, denizlerin dünyanın kıyı şehirlerinin çoğunu sular altında bırakacak kadar yükselebileceğinden büyük endişe duyulmaktadır.
Daha ılık okyanuslar fırtınaların daha güçlü ve tahrip edici hale gelmesi anlamına gelir. Hava ve deniz suyundaki sıcaklık artışı buzulları eritir, bu da denizlerin kıyılarımıza doğru daha da yükselmesine neden olur. Ekstra sıcaklıklar aynı zamanda uzun süren kıtlıklar ve daha ölümcül yaban hayatı yangınları anlamına gelir. Bu liste bu şekilde devam eder ve dünya çapında bir iklim krizi oluşturur, üstelik bu sonuçların tamamı birbirleri ile bağlantılıdır. Gezegenimiz için devam eden ısınma ve iklim değişikliği dizileri çok büyüktür.
İklim değişikliği birçok sistemi bir arada etkilemektedir. Yağış düzeninin değişmesi sellere yol açmakta, afetler artmakta, insanlar ölmekte, artan sıcaklıklar ve kuraklıklar bitkisel üretim dönemlerini değiştirip gıda güvenliğini tehdit etmekte, gıda fiyatları yükselmekte, doğaya dayalı tarım ve hayvancılık gibi sektörlerde çalışan kesimlerin geçim kaynakları tehdit altına girmekte, su kaynaklarına dayanan tarımsal yapı ve ürün deseni etkilenmekte, hassas ekosistemler ve türler yok olmaya başlamakta, orman yangınları sıklaşmakta; bulaşıcı hastalıklara neden olan etkiler artmakta, deniz seviyesinin yükselmesi kıyı bölgelerinde özellikle deltalara zarar vermekte ve ada devletleri yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalmaktadır.
1901 ile 2010 arası, dünyada ortalama deniz seviyesi 19 cm yükselmiştir. Bunun iki temel sebebi vardır; birincisi su ısındıkça genleşir ve daha çok yer kaplar, ikincisi ise küresel ısınma Grönland ve Antarktika’daki devasa buz tabakalarının ve buzulların daha hızlı erimelerine sebep olmakta, bu da okyanuslara daha çok su eklemektedir. Son 40 yılda okyanuslar, insan faaliyetlerinden kaynaklanan atmosferik değişikliklerin ek ısısının %90’ından fazlasını emmiştir. Böylece okyanuslar ısınmaya başlamıştır. Deniz seviyelerinin yükselmesi düşük yükseltideki yerlerin su altında kalmasına neden olacaktır. Bilimsel hesaplar, iklim değişikliği nedeniyle okyanusların giderek yükselmekte olduğunu göstermektedir. Dünya nüfusunun yarıdan fazlası denize 60 km’lik sahil bandında yaşamaktadır. Örnek olarak, Mısır’daki Nil deltası, Bangaldeş’teki Ganges-Brahmaputra deltası, Hint Okyanusundaki Maldivler Adası, Pasifik Okyanusundaki Marshall ve Tuvalu adaları iklim değişikliği nedeni ile gelecek sellere, su baskınlarına son derece açık alanlardır. Sahillerdeki deniz seviyesi yükselmesi nüfusun yer değiştirmesine de neden olmaktadır.
Şehirler tüm dünyada üretilen enerjinin %60-80’ini tüketmekte ve bu orana kabaca eş değer karbondioksit emisyonu üretmektedirler. Şehirlerde sera gazı emisyonlarının artmasında nüfus dinamikleri, gelir oranları, şehrin fiziki ve ekonomik yapısı anahtar rol oynamaktadır. Binaların kalkan etkisi nedeniyle nem ve hava akımlarındaki azalma, asfalt ısısının yükselmesi, trafik ve hava kirliliğinin artması, yetersiz bitki örtüsünün yerleşim yerlerindeki gölgenin azalmasını sağlayarak güneş enerjisini daha fazla depolaması gibi faktörlerin oluşturduğu şehir ısı adaları küresel iklim değişikliğine katkı verirler. Şehir kanyonunun gelişimi de rüzgar desenini değiştirir, rüzgarın sokaklara girmesine, esmesine engel olarak ısının kanyon içinde hapsolmasına neden olur. Böylece şehirler, onları çevreleyen alanlardan daha sıcak olur.
Şehirler beton yapılaşma ve yapı yoğunluğu nedeniyle, çevrelerindeki kırsal alanlardan ortalama 5-6°C daha sıcaktır. Bunun nedeni, şehirlerdeki beton yapılaşma ve yapı yoğunluğuna bağlı olarak ortaya çıkan Şehir Isı Adası etkisidir. Güneşli ve sıcak günlerde, nüfus yoğunluğu ve yüksek binaların daha çok görüldüğü şehir merkezlerinin diğer çevrelerine göre daha sıcak olmaları, şehir ısı adası etkisini oluşturmaktadır. Asfaltlanmış alanlar özellikle en sıcak yaz aylarında asfalt ısısı çok yüksek düzeylere erişmektedir. Bitki topluluklarının köreltilmiş olduğu bölgeler ve siyah zeminler de ısı adası etkisinin nedenleri arasındadır. Şehirsel ısı adası etkisi küresel ısınmayı da artırıcı etkenler arasındadır. Şehirısı adası şehir merkezlerinin çevrelerine göre daha sıcak olmasını getirmekte, bu nedenle, özellikle yaz aylarında yoğun soğutma sistemleri kullanılmaktadır. Şehirlerdeki sıcaklık artışının beraberinde getirdiği soğutma amaçlı enerji talebi ülkelerin enerji sistemi için de önemli tehditler yaratmaktadır.
Şehir sınırları içinde bulunan büyük yeşil alanları koruyarak, ya da oluşturularak şehir meltemleri yaratılabilir. Böylece hem sıcaklığın düşmesi sağlanabilir hem de kirliliğin etkisi azaltılabilir. Yeni planlanan yerleşim alanlarında cadde genişlikleri veçevresindeki kat sayıları gök görüş oranı dikkate alınarak hesaplanmalıdır. Çünkü küçük değerli gök görüş oranına sahip şehir kanyonları rüzgar hızını düşürerek sıcaklık ve kirlilik dağılımını etkilemektedir.
Akdeniz Havzası iklim değişikliğine karşı kırılgan bölgelerden birisidir. Akdeniz Havzası’nda gelecekte sıcaklıkların artışı ile beraber yağışlardaki azalmanın, zaten yetersiz olan su kaynaklarını daha da azaltacağı ve bu durumun havza ölçeğinden ülkeler ölçeğine kadar ciddi sorunlara yol açacağı bilimsel olarak ispatlanmıştır. İklim değişikliği ve tatlı su ilişkisinin incelendiği bilimsel araştırmalara göre, küresel iklim değişikliği ile orta boylamda yer alan subtropikal ve kurak, yarı kurak kuşaktaki Akdeniz bölgesinde yer alan ülkelerin (Türkiye dahil) daha az yağış alacağı, yağışların da eskiye göre kısa süreli ve daha şiddetli olacağı, sel ve taşkınların artacağı beklenmektedir. Bu kuşakta şiddetli yağışlarla daha çok yüzey toprağının taşınması söz konusudur. Seller ve kuraklık karşısında su kalitesi ve miktarı, ekosistemler ile birlikte insan sağlığı da olumsuz etkilenecektir.
Su kaynakları insanlığın temel yaşam kaynağıdır. Günümüzde dünyanın iklim sistemini oluşturan atmosfer, hidrosfer ve litosferde bozulmalarla birlikte doğal denge de bozulmuş, bunun sonuçları da iklimi etkilemiştir. İklim değişikliğinin önemli sonuçlarından birisi, hatta belki de en önemlisi su kaynakları üzerinde yarattığı olumsuz etkileridir. İklim değişikliğinin en önemli etkisinin su döngüsü üzerinde olacağı tüm bilimsel raporlarda ispatlanmıştır. Araştırmalar 2025 yılından itibaren 3 milyardan fazla insanın su kıtlığı yaşayacağını ortaya koymaktadır. İklim değişikliği nedeniyle; (i) Su döngüsünde değişimler (artan atmosferik su buharı, yağış rejiminde değişiklik, kuraklık ve seller gibi aşırı sonuçlar, dağ buzullarının geniş ölçüde erimesi, kurak dönemlerde suya erişebilirliği engelleyen buzul örtüsü, toprak neminde değişiklikler), (ii) yüksek hava sıcaklıkları su kalitesini etkilemesi ve (iii) deniz seviyesi yüksekliğinin nehir ağzı ve kıyı yer altı sularının tuzlanmasına yol açması, bu nedenle kıyı alanlarında insanların ve ekosistemlerin tatlı suya erişiminin azalması söz konusudur.
Küresel iklimdeki bu değişiklik sağlıktaki riskleri de beraberinde getirmiş, yüksek sıcaklıktan ölümler ve enfeksiyon hastalıklarının yayılma alanları değişmiştir. İklim değişikliğinin insan sağlığına direk etkisi, ısı dalgaları, seller, fırtınalar ve aşırı hava olayları sonucunda olmaktadır. İklim değişikliğinin sağlık üzerine olan dolaylı etkisi ise enfeksiyon hastalıkları, su kullanımı ve besin temini yoluyla olmaktadır. Küresel ısınma ile birlikte özellikle sıcak hava dalgaları daha sık, daha uzun sureli ve şiddetli olabileceğinden sıcak ve nemli havalarda ısı ile nemin bileşimi insan sağlığına önemli derecede olumsuz etki yapmaktadır. Bu koşullarda psikolojik hastalıklar, astım, beyin kanamaları ve kalp krizleri başta olmak üzere, özellikle, çocuk, yaşlı, hasta ve kilolu insanların birçok sağlık problemlerinde ciddi artışlar olmakta, hatta çok sayıda ölüm gerçekleşmektedir.
21. yüzyılın stratejik sektörleri arasında gösterilen gıda sektörü, 2050’de 10 milyara ulaşacağı hesaplanan dünya nüfusunun beslenmesinde önemli bir tehdit ile karşı karşıyadır. Araştırmalar, 2050 yılında dünya nüfusunu beslemek için tarım ve gıda üretiminin, bugünkü düzeyinden en az %50 oranında arttırılması gerektiğini belirtmektedir. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli, IPCC’nin (Intergovernmental Panel on Climate Change/IPCC) Değerlendirme Raporları, iklim değişikliğinin etkisiyle dünyada su kıtlıklarının ve kuraklıkların artacağını, tarımsal verimliliklerin düşeceğini, gıda fiyatlarında dünya genelinde %85’e varan artışların gerçekleşebileceğini öngörmektedir. Yağış rejiminin değişmesi nedeniyle bazı tarım alanlarının kuraklaştığı, tarımsal ürünlerin olgunlaşma sürelerinin değiştiği, bazı tarım alanlarının sel suları altında kalarak kullanılamaz hale geldiği, ya da deniz suyunun yükselmesi ile tuzlandığı ve bu koşullarda verimin düştüğü bilinmektedir. Yüksek sıcaklıklarda gıdalarda bakteri üretimi artacaktır. İklim değişikliği gıda güvenliğini de tehdit etmektedir.
Küresel ısınma ile gelen sıcaklık artışlarının ve sıcak hava dalgalarının özellikle şehirlerde hava kalitesinde düşüşe neden olacağı da bilinmektedir. Bu durum, hava kirliliğine yol açan partiküllerin ve organik maddelerin havadaki yoğunluğunun, sıcaklık ve güneşlenme ile doğru orantılı olarak artması olarak açıklanmaktadır. Hava kirliliği yaşanan şehirlerde bu gibi sorunların daha da derinleşmesi beklenmektedir. Üstelik yerleşim alanlarında şehirleşmeden kaynaklı sıcaklık artışı ile küresel ısınma kaynaklı sıcaklık artışı beraberliğinin üzerine nemli sıcak hava dalgası gelmesi durumunda ölümcül sonuçlar ortaya çıkabilmektedir.
Sanayi Devrimine kadar dünyanın ortalama ısısı 10.000 yıl boyunca büyük oranda aynı düzeyde seyretmiştir. Düzenli ve güvenilir ölçümlerin alınmaya başladığı 1850 yılından bu yana, sıcaklık 1°C artmıştır. Dünyanın, en son taşıma noktası olduğu hesaplanan 2°C’de durdurulması gerekmektedir. Şayet sera gazı emisyonları belirlenen hedefler doğrultusunda azaltılamaz ve iklim değişikliğinin etkilerine uyum sağlanamazsa, kürenin yüzey ısısının bu yüzyılın sonunda da 6,4°C’ye kadar artması olası bilimsel senaryolarda vurgulanmaktadır.
İklim değişikliği aynı zamanda bir sosyal politika sorunudur. İklim değişikliği bugün istemsiz göçe bağlı toplumsal risklerin önemli nedenlerinden biri haline gelmeye başlamıştır. İklim ve çevresel değişimler nedeniyle, yerleşik alanlarını terk edip göçmek zorunda kalan insanları tanımlayan ve iklim değişikliği meselelerinin giderek genişleyen terminolojisine yeni bir kavram olarak yerleşen iklim göçmenleri/mültecileri; iklim değişikliği nedeniyle kuraklık, çölleşme, sel, denizlerin yükselmesi ve tsunami gibi felaketler yüzünden yerinden edilmiş ve evsiz kalan bireyler demektir. İklim göçleri konusunda geleceğe dair yapılan öngörüler hiç küçümsenecek boyutta değildir. İngiliz ekonomist Nicholas Stern, Stern Review on the Economics of Climate Change (2007) başlıklı kitabında 21. yüzyılın başında iklim kaynaklı göçlerin kitlesel ölçekte yaşanacağı uyarısında bulunarak bu durumun yüz milyonlarca, belki de milyarlarca insanın taşınmak zorunda kalacağı anlamına geldiğini vurgulamıştır. Bilimsel araştırmaların sonuçları 2050 yılında 200 milyon kişinin iklim göçmeni olacağını göstermektedir. İç göçler açısından bakıldığında, bilimsel çalışmalar dünyanın yoğun nüfuslu üç bölgesinde (Sahra Altı Afrika, Güney Asya ve Latin Amerika) 2050 yılına kadar 140 milyon kişinin kendi ülke sınırları içinde göç etmesine neden olarak bir insani krize yol açabileceğini belirtmektedir. Bu bölgelerdeki iç göç nedenleri olarak sukıtlığı, mahsulkıtlığı, deniz seviyelerinin yükselmesi ve fırtınalar gibi iklim risklerinin artan sorunlar haline geldiği gösterilmektedir.
İklim değişikliği ile mücadelede başarılı olmanın yolu ekonomik ve çevresel sürdürülebilirlik ilgili tüm unsurların kalkınma modellerine dahil edilmesi bir yana, daha da önemlisi sosyal adaletin tesis edilmesinden geçmektedir. İklim adaleti kavramı çeşitli şekillerde yorumlansa da genel bir ifadeyle “iklim değişikliğinin insan haklarına ve kalkınmaya bağlı kalınarak insan merkezli bir bakış açısıyla ele alınması” anlamını taşımaktadır. İnsan merkezli yaklaşımdan kastedilen ise en savunmasız kişilerin haklarının korunması ve yüklerinin paylaşılması olarak algılanmalıdır. Devletler ölçeğinde adalet dengelerine bakıldığında, iklim adaleti zengin ülkelerin tarihten gelen sorumluluklarını yerine getirmemesi üzerine kurgulanmaktadır. İklimi değiştirmekte birincil derecede suçlu olan devletler, kuşaklararası bir adaletsizlik anlayışıyla yarının kaynaklarını bugünden tüketerek, gelecek nesillere iklime dirençsiz bir dünya bırakmışlardır. Yoksul ve gelişmekte olan ülkeler bu durumu kalkınma haklarına tecavüz olarak algılamakta ve iklim adaletsizliği olarak tanımlamaktadır. Ancak, bu yaklaşım değerlendirilirken, ahlaki değerler (iklim etiği) göz ardı edilmemelidir.
İklim değişikliği herkesi etkilemekle beraber, cinsiyet açısından nötr değildir, çünkü iklim değişikliği kadınlar ve erkekler arasındaki var olan eşitsizlikleri büyütmek eğilimindedir. İklim değişikliği kadınları daha da kırılgan duruma getirmekte, onların çevresel riskler ile başa çıkma yeteneğini daha da azaltmaktadır.Kalkınmakta olan dünyada su temini, gıda üretiminden daha çok kadınlar sorumlu olduğundan, iklim değişikliğinin tarım üzerindeki etkisi en çok kadınlar üzerinde olmaktadır. İklim değişikliğinin etkileri nedeniyle artmakta olan afetler esnasında, kadınlar erkeklerden daha çok risk altındadır. Ancak kadınlar, sadece korunacak mağdurlar değil, aynı zamanda içinde yaşadıkları toplumun afetlerle mücadelesi ve bir çok alanda (enerji tasarrufu, su tasarrufu, tarımsal uygulamaların iklim değişikliğine uyumu, ekolojik koruma, girişimcilik ve alternatif kaynaklardan gelir kazanmak, kitlesel farkındalık yaratmak vb.) iklim değişikliğine uyum sağlamasına yardım edecek önemli bireylerdir.
Genel bir uyum stratejisi içinde biyolojik çeşitlilik ve ekosistem hizmetlerini kullanan ekosistem tabanlı uyum yaklaşımı benimsenmelidir.Bu yaklaşım, iklim değişikliğinin olumsuz etkilerine uyum sağlamaya yardım eden hizmetler sunmak için ekosistemlerin sürdürülebilir yönetimi, korunması ve restorasyonunu kapsar. Ekosistem tabanlı uyum faaliyetlerine örnekler; kıyılarda su baskınlarını ve erozyonu azaltmak için mangrovlar ve diğer kıyı sulak alanlarının korunması ve/veya restore edilmesi yoluyla kıyıların savunulması; su akışı ve kalitesini korumak için baskın ovalarının sürdürülebilir yönetimi; arazi eğimlerini stabilize etmek ve su akışlarını düzenlemek için ormanların korunması ve restorasyonu; değişen iklim şartlarından gelen risk artışıyla başa çıkmak için çeşitli tarımsal ormancılık sistemlerinin kurulması; ekinlerin ve hayvanların iklim değişikliğinin etkilerine uyumu için spesifik gen havuzları sağlamak üzere tarımsal biyolojik çeşitliliğin korunması olarak sıralanabilir.